Friday, 24 December 2010

Tuesday, 21 December 2010

"Ben Meleklere İnanıyorum / I Believe in Angels"




Suzy Hug Levy
Ben Meleklere İnanıyorum / I Believe in Angels
, 2010
Polietilen hortum, sicim, 184x153cm.

Ben Meleklere İnanıyorum

Elif Gül Tirben

Art&Dekor, Aralık 2010, Artam Global Art, sayı 9, s.80

Heykel, yerleştirme, performans, resim ve video gibi farklı disiplinlerde işler üreten sanatçı Suzy Hug Levy’nin Ben Meleklere İnanıyorum adlı işi Galeri Apel’de Ekim ayı içerisinde gerçekleşen ‘Çeşme’ adlı karma serginin bir parçası. Suyun birleştirdiği hayatlara, çeşmenin özellikle doğu toplumlarındaki değerine, kutsallığına; su ve çeşmeden doğan ritüellere, masallara göndermeler yapan işlerden oluşan sergideki iş, kolları gökyüzüne uzanan, havada asılı bir melek heykeli.

Galatasaray’da, Galeri Apel’in yer aldığı tarihi binanın iç avlusundaki nilüfer havuzunun üstüne yerleştirilen heykel, uzun, incecik plastik bir hortumun çemberler şeklinde kıvrılmasıyla oluşturulmuş. Sudaki yansıması ikinci bir melek imgesi yaratan heykelin yapıldığı ince hortumun iki ucu da suya daldırılmış. Bu açıdan iş, suyun devridaimini ve insan vücudundaki döngüselliğini ima ediyor. İnce, yarı şeffaf hortum aynı zamanda tıpta kullanılan serum tüplerini de çağrıştırıyor. Plastik malzemeyle şekillenerek ayağa kalkan suyun, serumdan insan vücuduna dağılan, damla damla, kalp ritminde kana karışan ilaç gibi heykelin içinde benzer bir yol izleyebileceği hissediliyor. Suyun vücuda dağıttığı şifa, adeta bir meleğin yardımı gibi. Ancak, eteğinin ucu hafifçe kalkmış bu melek, yakından şeffaf, uzaktan beyaz algılanan malzemenin çağrıştırdığı masumiyetin yanında kadınsı bir davetkârlık da taşıyor.

Güneşli havalarda ışığı yansıtarak parlayan, kapalı havalarda hüzünlü duran heykelin üstünde yağmur yağdığında biriken su damlaları, dizi dizi mücevherler gibi heykeli kuşatıyor. Hava koşullarına ve günün saatlerine göre değişen meleğin ruh hali bizim de ruh halimizi değiştiriyor. Heykel, 2011 Şubatına kadar Galeri Apel’de görülebilir.

Friday, 8 October 2010

Serkan Özkaya ile Ani Bir Esinti Üzerine

Elif Gül Tirben
Bu roportaj daha önce boltart.net'te yayınlanmıştır.

Güncel sanat pratiklerinin giderek artan bir kısmı, zamanın doğal hızı içinde algılayamadığımız anı dondurarak nesnenin hareketini ve bu hareketin estetiğini görünür kılıyor. Jeff Wall’un sinematografik fotoğrafları, Cai Guo-Qing’in Head On adlı yerleştirmesi ve Serkan Özkaya’nın Ani Bir Esinti’si bu işlerden bazıları.

Ani Bir Esinti yalınlığına rağmen izleyici üzerinde yarattığı etkiyle çocukluğumuzdan beri kurduğumuz zamanı dondurma hayalini gerçekleştiriyor ve anın günlük hayatta kayıp giden büyüsünü açığa çıkarıyor.

Serkan Özkaya ile Ani Bir Esinti’nin ortaya çıkışını ve sonrasını konuştuk.

Figür 1. Serkan Özkaya, A Sudden Gust of Wind, 2008, installation, Boots Contemporary Art Space, Missouri.

E.G.T: Ani Bir Esinti nasıl ortaya çıktı, biraz anlatır mısınız?

S.Ö: Yapmak istediğim ucuza, etkileyici ve yeni malzemelerden bir iş üretmekti. 10 TL’lik bir enstalasyon fikri vardı kafamda. Bu iş kağıt, Japon yapıştırıcısı ve ipten oluşuyor. A4 kağıtları 4TL, yapıştırıcı 1TL, ipi arkadaşımdan aldım. Kalan parayla simit de yiyebilirsin.

E.G.T: İşin, Jeff Wall'un Hokusai'nin Ani Bir Esinti adlı baskısından esinlenerek yaptığı aynı isimli light box çalışması ile ilgisi nedir? Jeff Wall'un fotoğrafını görünce mi aklınıza bu işi soyutlama fikri geldi?

S.Ö.: Hayır. Bir süredir birebir görme şansım olmayan işleri taklit ve mimik göndermeler olmadan yeniden üretiyordum. Aslında ismi Hokusai'den ödünç aldım. Bu kopyalama fikri, işi ilk sergilediğim Amerika, St.Louis'deki Boots Contemporary Art Space'tekilere cazip gelmiş. Onlar da bizim gibi merkezde değil çevrede (periphery) yaşadıkları için güncel işleri birebir görme şansına her zaman sahip değiller çünkü.

Figür 2. Jeff Wall, A Sudden Gust of Wind (after Hokusai), 1993, transparency in lightbox, 2500 x 3970 m, cinematographic photograph, Tate Modern

Figür 3. Katsushika Hokusai, 'Ejiri in Suruga Province' (Sunshū Ejiri), AD 1830-33, from the series ‘Thirty-Six Views of Mt. Fuji' (Fugaku sanjū-rokkei), color woodblock print, Japan British Museum

E.G.T.: Bu işi yaparken anın dondurulmasıyla ilgili bir düşünceniz var mıydı?

S.Ö.: Anı dondurmak yerine birbirini takip eden anları düşünüyordum. İş, uçuşan tek bir kağıdın farklı anlardaki halini anlatıyor.

E.G.T: Barış Özçetin'in Ani Bir Esinti'nin Bilsar 2009'daki kurulumunu kaydettiği time-lapse videosunda da tekrara ve kaymalara dayalı bir müzik kullanılmış.

S.Ö.: John Adams'ın bir parçasıydı o sanırım. Minimalist bir müzik ve birbirini takip eden anlara dayalı. Steve Reich'taki gibi ezgiyi değil de küçük hatalarla birbirlerini takip eden tekrarları, kaymalar arasındaki farkı duyuyorsun. Hatalar yeni bir yapı oluşturmaya başlıyor. Ezginin üst üste konmasındaki tutarsızlıklar yeni bir yapı oluşturuyor.

Figür 4. Serkan Özkaya, Esinti, 2008.

E.G.T.: Peki ya Esinti... Ani Bir Esinti, Esinti'ye nasıl dönüştü?

S.Ö.: İkea'da bile satılabilecek, herkesin alabileceği bir iş yapmak istiyordum. Mekan, çoğaltılabilirlik ve elimizin altındaki nesneler üzerine düşünüyordum ve enstelasyonu tek bir kağıtta verme fikri doğdu. Aslında enstelasyon da daha önce masa üstünde uçuşan bir deste kağıt görünümünde bir heykeldi. Ancak bu heykelin kalıbını almak ve çoğaltmak mümkün olmadığından iş, önce gerçek kağıtlardan bir enstelasyona ve daha sonra ucu hafifçe kıvrılmış bir kağıt görünümünde metal bir heykele dönüştü ve Mudo Concept mağazalarında satılmaya başlandı.

E.G.T.: Esinti'nin önemi ne sizin için?

S.Ö.: Elit olana karşı ucuz ve sıradan olanı öne çıkarması. Hazır nesne ve somut ama soyuta da yakın. Bir kağıdın ucunu hafifçe kaldırıyorsun ve nesneye dönüşüyor. Yalnızca onu değil bütün bir negatif alanı düşündürüyor. Esinti sayesinde bütün bir odayı düşünüyorsun. En minimal müdahale ile en büyük etkiyi yaratıyorsun. Heykel de aslında negatif alanla ilgili bir şey.

Radikal gazetesini kopyalamam da benzer bir etki yaratıyor. Elle çizilen gazeteyi ilk görenlerin tepkisi “ne kadar çok ugraşılmış” oldu. Aslında yaptığım, o günkü sayının üstünden geçmekti. Bu da yaklaşık iki saatlik bir iş. Ama elle çizilen gazete, gazetenin yapım aşamasındaki emeği düşündüren bir negatif alan etkisi yaratıyor.

Thursday, 7 October 2010

Zimoun



25 woodworms, wood, microphone, sound system, 2009
Sound installation based on live sounds of woodworms.
Size: variable. Edition: unique.

video @http://zimoun.ch/works/2009/woodworms1/woodworms1_mov.html

Saturday, 4 September 2010

Yüzünde Bir Yer

Böyle mi iyileşeceksin? Yedeğinin yedeğinin yedeğiyle şeylere dokunarak yani. Hem aç, yoksul ve incitilmiş insanlara, hem de sokakları arşınlyan mutlu perilere mi bölüneceksin aynı anda? Büyük bir kalabalığın sıkış tepiş sığındığı gölgeni, oturduğu yerden bahçeyi seyreden kendinden başka kime iliştireceksin? Gözünü seveyim bırak bu çoğulluk çabasını, hiç sırası değil.
(Sema Kaygusuz, Yüzünde Bir Yer, s.65)

Monday, 16 August 2010

My My My / Loukia Alvanou


Bu yazı, Nisan 2010'da Boltart.net'te yayınlanmıştır.

Loukia Alavanou’nun Rodeo Galeri’deki ilk kişisel sergisi My My My isimli üç kanallı bir video kolajdan oluşuyor. Alavanou bu çalışmasında Alice Harikalar Diyarında ve Pamuk Prenses gibi kadın kahramanlardan oluşan masalların, aslında hep hissettiğimiz ama farkında olmadığımız tekinsizliğini görünür kılmaya ve bu masalları kullanarak kadının hem sembolik düzendeki (dil), hem de ataerkil sistemdeki yerini sorgulamaya çalışıyor.

Üç ekranda birden saniyeler içinde değişen imgeler, ne olup bittiği konusunda algılarımızı zorlarken bizleri anlatımsal değil, görselliğe dayalı sezgisel bir yolculuğa çıkarıyor. Kadın kahramanların bilinçli olarak dışarıda bırakıldığı bu görsel evrende tekinsizlik, varlıksal statüsü canlı ile cansız, insan ile hayvan arasında sıkışmış karakterlerin yakın plan çekimlerinin birbiri ardına gösterilmesiyle yaratılıyor.

Film boyunca bu görüntülere, 1930’larda Hollywood’da analog olarak kaydedilmiş bir Pamuk Prenses sesi eşlik ediyor. Net olmayan, adeta uğuldayan bu ses “Keşke yaşayacak bir yerim olsaydı” lafını tekrarlıyor. Kahramanın evden, tanıdık olandan uzak olma hali, karşılaştığı karakterlerin muğlaklığıyla birleşiyor. Pamuk Prenses, “Eğer yaşayacak bir yerim olsaydı, böyle bir yerin nerede olabileceğini bilir miydin?” sorusuyla devam ediyor. Filmin ucubeleri tarafından cevapsız bırakılan bu soru, sanatçının The Shine, Seventh Seal, Freaks gibi filmlerden seçtiği grotesk sahneler ve gülme efektleri ile yanıtlanıyor ve tekinsizlik duygusu giderek pekişiyor.

Bu noktada filmin başlığı da açıklık kazanıyor. Evi olmayan, varoluşsal statüsü belirsiz varlıklar arasında sıkışmış kadın kahraman Alice’in üzerinden Alavanou, kadının ait olduğu yeri ve ona ait olanları sorguluyor. My/Benim iyelik sıfatının hiçbir ismi/cismi tamlamaması, ‘Babanın Adı’ etrafında şekillenen sembolik düzende ve ataerkil toplumda “gerçekten kadına ait bir yer/bir şey var mıdır?” sorusunu tekrar gündeme getiriyor. Çaresizce evini arayan Alice’in gerçekten bir evi var mıdır? Yoksa rüya sandığı şey aslında gerçek midir?

Alavanou’nun kadının hissettiği bu tekinsizliği görünür kılan çalışması çok katmanlı içeriğine rağmen anlamda bütünlüğü korumuş bir deneysel video orneği. Üç parçalı split-screen kullanımıyla triptik gibi de bakılabilecek bu iş aynı zamanda hızlı ama iyi düşünülmüş bir kurguya sahip.

Loukia Alavanou (d. Atina 1979) The Royal College of Arts, Londra’da MA derecesini fotoğraf dalında aldı. 2005 ve 2007 yıllarında Atina’da Deste Ödülü’nü kazandı. Eserleri, tank.tv, Beltsios Koleksiyonu ve Atina Milli Tiyatrosu’ndaki toplu sergilerde yer aldı. Sanatçı, Londra’da yaşıyor ve çalışıyor.

Sunday, 25 July 2010

Contemporariness

Contemporariness is, then, a singular relationship with one's own time, which adheres to it and at the same time, keeps a distance from it. More precisely, it is that relationship with time that adheres to it through a disjunction and an anachronism. Those who coincide too well with the epoch, those who are perfectly tied to it in every respect are not contemporaries, precisely because they do not manage to see it; they are not able to firmly hold their gaze on it.
(Agamben, "What is Contemporary", p.41 in What is an Apparatus?)

Insult

An insult is effective precisely because it does not function as a constative utterance but rather as a proper noun; because it uses language in order to give a name in such a way that the named can not accept his name, and against which he cannot defend himself (as if someone were to insist on calling me Gastone knowing that my name is Giorgio). What is offensive in the insult is, in other words, a pure experience of language and not a reference to the world.
(Agamben, The Friend, in What is an Apparatus?, p.30)

Latife Tekin

Kimi zaman, çok pis oldukları, kötü koktukları için böyle insanlara karşı sevecenliğini yitirir, yüreği katılaşırdı ama düşkünler, özellikle de deliler...Gizli bir güç tarafından, onlardan yana çekildiğini hissederdi yine de. Yaşamın ortasına el birliğiyle bir delik açmışlar, sanki onun da görmesi gereken bir şeye bakıyorlardı. Kendi imgesi, gözünde canlanıveren bu kışkırtıcı görüntüyle iç içe titreşirdi hep.
Latife Tekin, Ormanda Ölüm Yoktu, s. 15.

Friday, 9 July 2010

Economy/ Agamben

Action (economy, but also politics) has no foundation in being: this is the schizophrenia that the theological doctrine of oikonomia left as its legacy toWestern culture.
(What is an Apparatus?, 10)

From Positivity to Apparatus/ Agamben

If "positivjty" is the name that, according to Hyppolite, the young Hegel gives to the historical element loaded as it is with rules, rites, and institutions that are imposed on the individual by an external power, but that become, so to speak. internalized in the systems of beliefs and feelings then Foucault, by borrowing this term (later to become "apparatus"), takes a position with respect to a decisive problem, which is actually also his own problem : the rclation between individuals as living beings and the historical element. By "the historical element," I mean the set of institutions, of processes of subjectification and of rules in which power relations become concrete. Foucault's ultimate aim is not, then as in Hegel, the reconciliation of the two elements; it is not even to emphasize their conflict. For Foucault, what is at stake is rather the investigation of concrete modes in which the positivities (or the apparatuses) act within the relations, mechanisms, and "plays" of power.
(What is an Apparatus?, 6)

If we now try to examine the definition of "apparatus" that can be found in common French dictionaries, we see that they distinguish between three meanings of the term:

a. A strictly juridical sense: "Apparatus is the part of a judgment that contains the decision separate from the opinion." That is the section of a sentence that decide. or the enacting clause of a law.

b. A technological meaning: "The way in which the parts of a machine or of a mechanism and by extension the mechanism itself are arranged."

c. A military use: "The set of means arranged in conformity with a plan."

(What is an Apparatus?, 7)

Saturday, 3 July 2010

Saturday, 19 June 2010

Time/Space



Ahmet Elhan, Sarayburnu, 2002
Ahmet Elhan, Maçka, 2002.
Ahmet Elhan, Unkapanı, 2002.
All from the series Time/Space available @ www.ahmetelhan.com
...and in the meantime "yollar/roads" by Nekropsi @ http://fizy.com/s/10am47#s/1aj9g5

Friday, 11 June 2010

'Çalkalayan’ Dünyanın Aydınlık Yüzleri/ Mürüvvet Türkyılmaz'ın "Kayıtsız Coğrafyaları" Üzerine

Mürüvvet Türkyılmaz, Galeri Apel’deki ‘Kayıtsız Coğrafyalar’ adlı son kişisel sergisinde sınırların giderek belirsizleştiği, bireyin her ölçekte etkiye açık olduğu küresel kaos ortamında, kendi zihinsel haritasını ironik ve özgün görsel diliyle izleyiciye sunuyor.


Kucaklaşma, duvar üzeri yazı-çizim ve nesne yerleştirme.


Sergide ilk dikkati çeken, Türkyılmaz’ın desenlerinde ve duvar yerleştirmelerinde kullandığı yazı-çizimler. Desenlerde kullanıldığında sınırların yapaylığını ve muğlaklığını hatırlatan, biliç akışıyla aktarılan kelimelerden oluşan bu yazı-çizimler, duvardaki üç boyutlu haritalarda sınırları tanımlamak için değil, sanatçının mekanla ilişkilendirdiği bira kutusu, termometre, emzik gibi gündelik nesneleri birbirine bağlamak için kullanılmış.

Sergideki tek video çalışmasının objesi ise, ilk başlarda bir elin oynattığı, daha sonra elden bağımsız hareket etmeye başlayan ve Afrika ritimleri eşliğinde ‘çalkalamaya’ başlayan, oryantal dansçısı küçük plastik bir dünya. Bu dünya küresel kaosu, bu kaosun kontrol edilemezliğini ve birey üzerindeki etkisini anlatmak için kullanılan basit ve etkili bir araç. heTürkyılmaz’ın her sergisinde mutlaka kullandığı bu nesne, hem sanatçının bütün işlerini birbirine bağlayan, hem de bu serginin kavramsal yapısını birleştiren merkezi bir konumda.


Düşünce Korkusu, Enstelasyon

Sanatçının daha önce yurt dışında sergilenen, ancak Turkiye’de ilk defa görme şansı elde ettiğimiz ‘Düşünce Korkusu’ adlı yerleştirmesi ise galerinin bulunduğu binanın eski sahipleri tarafından depo olarak kullanılan bir odada yer alıyor. Galerinin alt katında, yukarıdan açılan bir bölmeden ışık alan bu loş oda, Türkyılmaz tarafından küçük gece lambalarının içlerine yerleştirilen siyah-beyaz sanatçı ve yazar portrelerinin ışığıyla aydınlatılmış. Çalışma, John Lennon, Orhan Pamuk, Pınar Selek, Hrant Dink gibi, çalkalayan dünyada denge sağlamak için tutunduğumuz, kendini barışa, ifade özgürlüğüne ve eşitliğe adamış, hayatları ‘düşünce korkusu’ nedeniyle son bulmuş ya da tehdit altında olan birçok kişiye saygı duruşu niteliğinde. Toplumsal bilinçaltının mekansal bir izdüşümü olarak da yorumlanabilecek bu oda ve onun karanlığını biraz olsun aydınlatan bu çalışma, serginin genel çerçevesi içinde ayrı bir öneme sahip.

Türkyılmaz’ın sergi kapsamındaki iki işi ise galeriden Tophane’ye inen güzergahta, biri bakkal diğeri otel olan iki mekana yerleştirilmiş. Bu yerleştirmeler, sergiyi galeri mekanının dışına, sokağa taşırken, seyircinin pasif konumundan kurtulup aktif olarak sıradan hayatın içine karışmasını öneriyor. Böylece, sanatçının zihinsel haritasını okuyarak başladığımız sergi, elimizde gerçek bir haritayla Tophane sokaklarında yapılan sürprizli bir gezintiyle son buluyor.

Aesthetics of Affect/Simon O'Sullivan

This is art's function: to switch our intensive register, to reconnect us with the world. Art opens us up to the non-human universe that we are part of. Indeed, art might well have a representational function (after all, art objects, like everything else, can be read) but art also operates as a fissure in representation. And we, as spectators, as representational creatures, are involved in a dance with art, a dance in which - through careful manoeuvres - the molecular is opened up, the aesthetic is activated, and art does what is its chief modus operandi: it transforms, if only for a moment, our sense of our "selves" and our notion of our world.
Simon O' Sullivan, Aesthetics of Affect, 128

Tuesday, 8 June 2010

Eyyam-ı Devran

Malum ya! Eskiden bir söz vardır. "Ya olduğun gibi görün veyahut göründüğün gibi ol." Bugün kırk yaşındayım. Olduğum gibi görünmekteki metanet ve resanetime delil-i kati ve bürhan-ı celi sebatsızlıktaki sebatımdır. Bazen de ahval-i zamana, eyyam-ı devrana uymak için yani: göründüğüm gibi olmak hevesine her ne kadar temayül ettimse de o kisve-i izafiyeyi bir türlü taşıyamadım. Giran geldi. Esasen ne lüzumu var.

Neyzen Tevfik, Hiç, 4.
rasanet: dayanıklılık
delil-i kati: kesin delil
bürhan-i celi: açık delil
eyyam-ı devran: kaderin günleri, devir
temayyül: bir tarafa eğilmek, meyletmek
kisve-i izafiye: uygun kıyafet
giran: zor, ağır

Monday, 24 May 2010

Kay: She Goes Furher Than Anybody Else


Diane Keaton in the Godfather
Like all other female characters in the movie, Kay never attempts to have power in the family. She could only protest. The only power she has is over her body which includes her baby.
However, despite her beautiful and innocent face, Kay is the one which acts most violently in the whole Godfather series by killing her own baby to prevent giving birth to a monster; a boy who would grow up to be like his father.

Wednesday, 12 May 2010

Nick Van Woert/ All Covered in Plastic


Rotisserie, plaster bust and plastic
18 x 13 x 7 inches, 2009

Hiroyuki Hamada


No.59, enamel, oil, plaster, tar and wax,
20diameter x 36 inches, 2005-08.


No:46, enamel, oil, plaster, tar and wax,
44x23,5 inches, 2009.
artist page: http://www.hiroyukihamada.com/
via http://butdoesitfloat.com/

Kjell Varvin


Sunday, 9 May 2010

The Fourth Plinth/ Rachel Whiteread


Rachael Whiteread, The Monument
Photo: Kevin Matthews

"What more delight then to encounter "The Monument." This sculpture is a cheerfully deadpan, proportionally serious, optically inflected object cast in clear resin that stands the classic pedestal on its head — literally."
Kevin Matthews with Don Barker, Postcard from London, Architecture Week @ http://www.architectureweek.com/2001/1114/culture_2-1.html

The Fourth Plinth/ Mark Wallinger


The Fourth Plinth
Today I've participated in a very interesting seminar on Public Art orginized by British Council and Garanti Platform. The Fourth Plinth Project presented by Julie Lomax [ Head of Visual Arts Organisation, Arts Council England, London] and Teresa Gleadowe [independent writer, editor and curator, London] was really exciting.
The Fourth Plinth was an empty plinth in the Trafalgar Square which has not been realized for a long time. It has recently been transformed into a public art project.
Mark Wallinger's Ecce Homo is one of the commisions that refunctionalized the plinth as a pedestal. The sculpture which represents Jesus is situated not in the middle of the pedestal but on the edge. Therefore it seems like the figure is watching over the crowd. He looks concerned. You can't see here but his hands are tied at the back. Absolutely stunning!
Mark Wallinder, Ecce Homo, 1999.

Thursday, 6 May 2010

"Çok Eskiden Rastlaşacaktık"


Halil and Sabiha from the 1968 Lütfi Akad movie "Vesikalı Yarim": a tragic and unforgettable encounter between a reliable family man and a B-Girl during a legendery time in Istanbul when people were still made of flesh and bone; when men had the guts and women the pride.

Menekşelendi Sular

makam: nihavend
bestekar: saadettin kaynak
güftekar: malatyalı fahri

Gönül Yazar: http://fizy.com/#s/1ahxwa
Zeki Müren: http://fizy.com/#s/1aigcl
Safiye Ayla: http://fizy.com/#s/1aj12i

Thursday, 1 April 2010

Popper on New Ideas

New ideas have a striking similarity to genetic mutations. Now, let us look for a moment at genetic mutations. Mutations are, it seems, brought about by quantum theoretical indeterminacy (including radiation effects). Accordingly, they are also probabilistic and not in themselves originally selected or adequate, but on them there subsequently operates natural selection which eliminates inappropriate mutations. Now we could conceive of a similar process with respect to new ideas and to free-will decisions, and similar things. "That is to say, a range of possibilities is brought about by a probabilistic and quantum mechanically characterized set of proposals, as it were - of possibilities brought forward by the brain. On these there then operates a kind of selective procedure which eliminates those proposals and those possibilities which are not acceptable to the mind.

Karl Popper and John Eccles, The Self and Its Brain, 1977.

Wednesday, 31 March 2010

Ahmet Hamdi Tanpınar/Ne İçindeyim Zamanın

Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın / Parçalanmış akışında,

Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile / Benim kadar hafif değil.

Başım sukutu öğüten / Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradıma ermiş / Abasız, postsuz bir derviş;

Koku bende bir sarmaşık /Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim.

Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, 2. Cilt

Tuesday, 30 March 2010

Anish Kapoor


Widow, 2004

Past Present Future, 2006

Is it my role as an artist to say something, to express, to be expressive? I think it's my role as an artist to bring to expression, it's not my role to be expressive. I've got nothing particular to say, I don't have any message to give anyone. But it is my role to bring to expression, let's say, to define means that allow phenomenological and other perceptions which one might use, one might work with, and then move towards a poetic existence.
Anish Kapoor
(Anish Kapoor and Homi K. Bhabha, 1998,hereafter, Conversations)
available @ Anish Kapoor :Making Emptiness by Homi Bhabha:
http://www.anishkapoor.com/writing/homibhabha.htm

Saturday, 27 March 2010

Muzeyyen Senar/Evlerinin Onu Mersin

http://fizy.com/s/1agpv6

Here is an old song from the Aegean Region sang by Muzeyyen Senar, my personal favorite among the whole Turkish singers. This piece clearly shows the mastery she has achieved at an early age. In her later performances the color of her voice is more distinguishable though.

Tuesday, 16 March 2010

Ujin Lee


Dust, 2009
@http://www.ujinlee.com/index2.html